Ev Hali

“Mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, âdeta âlemde ne varsa insanda numunesi vardır.”

Katıldığım şehir okumaları derslerinin ilkine şöyle bir girişle başlanmıştı:

“Şehir bir insandır, insan bir şehir.” Ne demek? İnsanda ne varsa aynısı şehirde de var, şehirdeki de insanda. Şehrin midesi, şehrin kalbi, şehrin aklı, şehrin eli kolu… Şehirde yaşayanların midesi, ne durumdaysa şehrin midesine de yansıyan o, mesela insanların midesindeki fast food, şehrin midesinde/merkezinde fast food alanları olarak görülüyor. İnsanların kalbinde yer eden neyse şehrin kalbine akseden de o. Velhasıl her nesil inşa ettiği binaya ve dahi şehre biyografisini nakşediyor, kendindekilerin genişletilmiş bir modelinin içinde yaşıyor. Kendimiz hakkında bilgi edinme imkanını, şehir dediğimiz devasa aynalara bakarak yakalayabiliyoruz.

İnsan için denir ki kâinatın misal-i musağgarı yani küçültülmüş bir modelidir. İnsanı genişletip baksak göreceğimiz şey kâinat olurken, kâinatı küçültmemiz durumunda karşılaşacağımız da insan olacaktır. İnsanda ne varsa kâinatta da o var. İnsan ve kâinat arasındaki bu ilişki arada kalan katmanlarda da aynı metotla okunabilir.

İnsan – ev (aile) – şehir -kâinat

Derste hocanın insan-şehir ilişkisi üzerine okumalarını dinlerken zihnimin “şehir”yerine “ev” kavramanı koyduğunu sonradan fark ettim. İlginçtir insan-şehir ilişkisi için geçerli olanlar şehrin yerine “ev” konulunca da geçerliliğini devam ettiriyordu. Maddi durumlara bağlı konular bir yana evlerimizin tasarımının, kullandığımız eşyaların, eşyaların desenlerinin, mutfakta pişenlerin, odaların tasnifinin, kütüphanenin konumunun, çıkan çöplerin ne yapıldığının, televizyona yüklenen misyonun, perdenin hangi işlevle kullanıldığının (mahremiyete yönelik bir araç mı yoksa basit bir süs mü?), eve hâkim olan renklerin… gibi uzayıp giden bu listenin doğrudan içinde yaşayan aile üyelerinin kalbinin, aklının, midesinin ve bütünüyle insanın mücessemleşmiş bir hâli olarak okumak mümkün. İnsanda olan, en doğal hâliyle genişleyerek eve akseder. Bu akis öyle nümayişsiz bir biçimde eve siner ki insan evinin hâlinin kendinden olduğunu bil(e)mez. 

  Kemal Sayar “Ev bir ruh hâlidir” der. En nihayetinde evimize baktığımızda gördüğümüz kendimizdir. Evlerimiz çoğu zaman duy(a)masak da içimizde olanı bize fısıldar durur. İçine doğduğumuz evlerimiz de bizimle konuşanlar sadece şefkatiyle sarıp sarmalayan annelerimiz, paltolarına sinen dünyanın menfi kokusunu bize hissettirmeyen babalarımız, kadim olanla aramızda köprü kuran büyüklerimiz değil; onlardan sirayet edenler de evlerimizin diliyle konuşurlar.

Evet, düpedüz evlerimiz bizimle konuşur, bize bizden haber verirler!

  Dünyamızı, malayani olanlar doldurmuşsa, evimizi dolduranlar da malayani olur. Misafir olarak telakki ediyorsak kendimizi, evimizdekiler de ancak bize emanet edilenler olur. Olmak gibi bir derdimiz yoksa evimiz, bizi uyuşturacak bir konforla donatılmış süslü bir lunaparka döner. Hakikati arayan bir yolcu diyorsak kendimize o zaman evimiz, yolun bidayeti olan bir nevi Hira’mız olur.

Fısır fısır ama derunî bizde olup biten hâli, anlatır durur evlerimiz. Odalarımız bizden haber veren seslerle yankılanır böylece. Çok zamandır içimize yerleşmiş de bir türlü kalkmayanlar evimizden de bir türlü kalkamaz. Bizden eksilenler evimizden de yavaş yavaş buharlaşır. Evlerimiz, ele verir bizleri sükûnetli bir duruşla.

  Ezcümle, günümüzün mantar gibi türeyen ve tek tipleşmiş ama birbirlerinden çok farklı (!) ev konseptlerine kulak kesilsek, duyacağımız sesler ekseriyetle aynıdır. Aşinalığıyla bizi içine çeken bir ana kucağı-baba ocağı değil de donuk ve anlamdan boşalmış, insanı taklide, kendinden uzak bir yokluğa düşüren bu evlerden gelen sesler: yalnızlık, uyuşma, manadan uzaklaşma, yalıtılmışlık… Bize öğütler veren motiflerimizden, hassas düşünülmüş mahremiyete dair lâtif ayrıntılarımızdan, hakikati hatırlatıcı desenlerimizden arındırılmış, manadan soyunmuş ve sonunda kupkuru bir kabuk olarak kalmış evleri sırf sadelikle yola çıkıldı diye Müslüman evi olarak idealize etme kolaycılığına da kaçmamak gerek.

 Dolayısıyla kabul etmek gerekir ki ancak insanın hâli, evin hâli olabilecek. Olmasını istediğimiz evleri, önce kendi dünyalarımızda kuralım. İnsanda hakikatler dal budak saldıkça, evin en ücra köşelerinde dahi meyveleriyle karşılaşılacak. İnsan, ötelerde kaybettiği asıl evinin özlemi ve arayışında olma yolculuğunu sürdürme gayretinde oldukça, evinin de dünyada cennetin bir numunesi olarak donatıldığına şahitlik edecektir.

Mine Büyükmutlu