Bilmek Selâmeti
“Bildiğimi bilseydiniz gülmez, ağlardınız.’ diyor namütenahiden haber alan Büyük Hakîm.” 1
Bu ifadeyi bilmekin mihengi olarak kullanacak olursak eğer, bütün bilmelerimizin sadece kuru bir bilmişlikten ibaret olduğu ortaya çıkacaktır. Çünkü bizler, özellikle son iki yüz yıldır çok gülüp az ağlıyoruz. Fakat, bunun aksine en çok bilenin yine biz olduğumuzu iddia ediyoruz. Buna kanıtlarımız da azımsanacak durumda değil. Mesela uzaya çıkabiliyor, dünyanın bir ucundan bir başka ucuna anında görüntümüzle aksedip ulaşabiliyoruz. Devasa hastanelerimiz var ve burada geçmişte insanları helâk eden birçok hastalığa şifalar üretiyoruz. Tek tıkla binlerce kütüphanelik bilgiyi, neredeyse hiç denecek kadar az bir çabayla elde edip gündelik işlerimizde kullanabiliyoruz. Nükleer silahlarımız, fosfor bombalarımız var mesela, bunlarla birçok şehri yok edip, binlerce insanı kolaylıkla öldürebiliyoruz/yeryüzünden temizliyoruz…
Yani Nemrut’un “Öldüren ve dirilten benim.” sözü, onun yaptığı gösteriye bakınca bize basit ve gülünç gelse de bugün öldürmek ve diriltmek adına ciddi manada daha büyük ve daha sahici gösterilerimiz var. Hatta nemruttan daha büyük rabliğimiz; şu anda kanser olmayan, çok güçlü ve zeki bebekler yaratma/üretme aşamasına bile geldik. Yakında bütün insanlığı ekran başına toplayıp “Öldüren, dirilten ve yaratan benim” diyeceğiz. Yine öyle tahmin ediyorum ki Kârûn’un “Ben bunu kendi bilgimle elde ettim.” dediği o devasa hazinesinden de kat be kat fazla zenginliğimiz var. Bindiğimiz arabalar, oturduğumuz saraylar, kurduğumuz şehirler, yediğimiz yemeklere baksa Kârûn, belki de yerin dibine girerdi.
Peki bunca bilmişlik ve maddi konfora rağmen niçin bedbahtlığımız bir türlü azalmıyor? Yoksa bilmek, gerçekten selâmeti getirmiyor mu insana? Oysa “Artık bilgi bizim elimizde, insanı bedbaht eden ne kadar problem varsa hepsini çözeceğiz.” iddiası yok muydu bu bilmişlik serüvenimizin?
Belki bu sorumuza yukarıda bahsi geçen bilmişliğimizin nimetlerinin, bütün insanlığı kapsayacak şekilde tüm dünyaya hâkim olmadığını, zamanla bunun da gerçekleşeceğini böylelikle bedbahtlığın ortadan kalkacağı şeklinde cevap verilebilir. Peki öyleyse, modern nimetlere/bilgilere sahip belli bölgeler, belli kesimler için dahi olsa selâmetin yeryüzünde var olması gerekmez miydi?
Burada da “Henüz kemâl noktasına gelmedik, en büyük sorun olan ölümü yenemedik ama az kaldı.” diye cevap verilebilir belki. Buna da tamam diyelim. Peki, bu bilgi ve teknik becerimiz arttığı oranda selâmetin varlığı veya en azından umudu kuvvetli bir şekilde görülmesi gerekmez miydi? Madem öyle bırakın selâmeti, selâmetin kırıntısı; çekirdek misali formülü, bir umut olarak dahi elimizde yoksa bunca bilmekliğimiz ne işe yarar? Ya da şöyle soralım, bize selâmeti getirmeyen, selâmetin ipuçlarını vermeyen bilmeke hakiki manada bilmek diyebilir miyiz?
Bu noktada da selâmetsizlik meselesini abarttığımı düşünenler, buna delil olarak da kendisinin selâmette olduğunu söyleyenler ortaya çıkabilir. Yazının istikametini bozmamak adına, bu mesele üzerine küçük bir parantez açmakla yetinelim. Eğer hâlâ varsa; bunca bedbahtlık karşısında diri kalabilmişse vicdanımıza tüm samimiyetimizle soralım: Hakiki manada selâmet nedir? Hangi durumda selâmete ermiş oluruz? Evvela vicdanımız, bize selâmetin maddi konfor, sağlıklı yaşam, sınırsız bilgi, çokça gülmek, maddi haz ve eğlenceler, geçici/anlık lezzetler olmadığını sızım-sızım sızlayarak söyleyecektir. Peki öyleyse selâmet ne demek? Bunun cevabını da yazının sonlarına doğru yine vicdanımızdan dinleyeceğiz ama, önce Nurettin Topçu’ya kulak kesilelim: “Bilmekte ne var ki insanı bedbaht ediyor? Bu sebebi araştırırken görüyoruz ki gerçek ve tam bilgi, hadiselerin akışının tanınmasından ibaret değildir. Bilmek, seyretmek değildir, bir sırrı çözmektir. Kâinat olaylarını çok tanımak, bilmek değildir.”
Biraz önce hakiki manada bilmek ile ilgili sorumuz burada cevap buluyor.
Gerçek bilgi kâinattaki hadiselerin, salt maddi akışlarını bilmek ve bunların sıralamasını değiştirmekle elde ettiğimiz teknik bilgi değildir. Âlemi sırf beş duyu organından seyretmek -ki bu sırf insanın kendi ölçüsü ile kâinatı ölçmesi demektir- ve bu duyular üzerinden el edilen bilgiye göre onu tanımlamaksa hiç değildir. Çünkü, böyle bir bilgi, hadiseleri ve eşyanın neliğini, sırf bu dünyaya hapseder. Şeyleri, anlamdan, dünyayı/beş duyumuzu aşan öte âlemden soyutlar ve derin düşünceyi yok eder; sırf maddi gözlem ve deneyime indirger.
Böyle bir bilgiyle başta bahsettiğimiz gibi; uzun bir ömrümüz olabilir, daha sağlıklı olabiliriz. Büyük saraylar, her aradığımızı içerisinde bulabileceğimiz Avm’ler inşa edebiliriz. Uzaya çıkıp orada yeni bir yaşam kurabiliriz. Son zamanlarda büyük bilginlerce (!) dile getirilen yapay zekâ ve robotların gelişimiyle artık hiç çalışmadan bütün işlerimizi halledebiliriz. Genetikleriyle oynadığımız tohumlar sayesinde sıfır riskli, bol ürünler elde edebiliriz. Sonra da ayak ayak üstüne atar, büyük bir boşluğun içinde çürüyüp gideriz.
Ötesi olmayan, sonsuzluğa temas etmeyen her şey, anlamını yitirir, çürümeye mahkûm olur. Dolayısıyla selâmet, maddeyi aşan bir tanımlamayı içerir, aksi takdirde daha önce dile getirdiğimiz gibi ortaya çıkan şey, selâmet değil maddi haz, geçici eğlence ve boş kahkahalar olacaktır.
Hakiki bilmek, ne değildiri konuşmak, nedirini de gün yüzüne çıkarıyor; kabuklar soyuldukça öz/hakikat kendini aşikâr ediyor. Selâmeti bize taşıyan, selâmeti zuhur ettiren bilmek, hakiki mana da bilmektir. Yani sonsuzun, ebedi olanın, geçmeyenin, hep kalanın bilgisi. Selâmetin ilk adımı ise Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “Sonsuzluğa çevrilen samimi istektir.” Bu aşamada henüz sonsuzluğu bilemesek de/kavrayamasak da ona çevrilen bu samimi istek, bilmek faaliyetini, harekete geçirir ve bu bilme imkânı/arayışı dahi selâmetin doğmasına; tohumunun çatlamasına yetecektir.
Burada sonsuzluktan kastımın da ölümsüzlük olmadığını dile getirmem gerekir. Çünkü, selâmeti bize kazandıracak olan şey ölümsüzlüğü elde etmemiz değildir. Bu zamanın bilginleri zaten ölümü öldüreceklerinden çok eminler. Planları da kendi mantık çerçevelerince hiç de yabana atılır cinsten değil. Hatta gelin bu ihtimalin gerçekleştiğini, sistemlerinin kemâle ulaştığını; ölümün yenildiğini varsayalım. Bedbahtlığımızdan bir şey yine eksilmeyecektir. Bunun nedeni cennetin, ölümsüzlüğün, yine bu dünyada vaat edilmesidir. Burada yer küremiz olan dünyadan bahsetmiyorum! İsterlerse marsta, veya evrenin herhangi bir yerinde kurulsun bu cennet. Yine de dünyadan çıkmış olmayacağız. Çünkü, dünya, insanın beş duyuya indirgenmiş, kendisini ölçü aldığı bakışının mekân tutmasıdır. Manasız, derinliği olmayan, ötesiz, salt maddi ve yüzeysel hazlardan oluşan böyle bir dünyanın bütün saltanatı bize verilse ne ehemmiyeti var ki?
Bize selâmeti getirecek sonsuzluk, Bir olanla ehemmiyet kazanır. Bir, her şeyin özü, bütün güzelliklerin kaynağı olan, zamana ve mekâna sığmayan, mutlak Bir.
Yani hakiki manada “Bilen Bir’i bilir. Bir’de yaşar… Bilen her gerçek bilginin, (Bir’den kaynaklı) sonsuzluğa iştirak denemesi olduğunu bilir.” Böyle bir bilgiyi kemâl boyutta elde etmek, cenneti ve cehennemi dahi insanın gözünde ikinci plana atar. O’nunla irtibatı olduğu sürece “Zindanda, cennette gibi mesut yaşar. Her halinde (kendisini) sonsuzluğun huzurunda bilir. Bütün dünya nimetlerinin paslı çividen ibaret olduğunu bilir…”
Kaynağı/aslı bilmek, bütün geçiciliği, sahtelikleri, kıymetsizlikleri faşeder. İşte bütün bedbahtlığımız,“bütün varlıkları hayattan şikâyet ettiren tatminsizlikler, sonsuzluğa dayanamayışımızdan doğuyor şu bütün sonu olan varlıkların âlemine varlığı hapseden perdeleri yırtarak sonsuzluğun kapısını kendi açabilen insan, orada gerçek murada erecektir. Ve ancak o perde açıldıktan sonra eşyanın gerçeği anlaşılacak, hadiseler asıl kendi manalarını kazanacaktır.” Böylece her şey bizim sonsuzla irtibatımızı kuracak, Bir’in bize göründüğü/tecelli ettiği birer ayineye dönüşecektir.
Gelelim yazının başında verdiğim -Nurettin Topçu’nun tabiriyle- Büyük Hakîm’in (asm) ifadesine. Bilmek niçin ağlatır da az güldürür? Hadisin ana bağlamı ve bu bağlamın birçok işarî manayı barındırdığının farkındayım. Burada tabii ki konumuzla alâkalı olan yönünü ele alacağım. Muhtemelen gerçeği bilmek, bizi iki farklı türden ağalatacaktır. Ya bunca aciziliğimiz, hiçliğimize rağmen Kemâlî güzelliği bilmek rahmetinin, üzerimizde doğurduğu haşyetin, yakıcılığından-hani şu dağlara tecelli etse paramparça ederdi denilen haşyet- ya da en hakiki bilmekin gerçekleştiği miraçta sonsuz Bir’in rû’yetine mahzar olan Habibullah’ın (asm) “Biz seni hakkıyla tanıyamadık…” dediği gibi bir insan teki olarak, böyle bir bilmenin hakkını veremeyişin, bilgimizin noksanlığını bilmekten dolayı ağlayacaktık.
Son olarak.
Bütün bu bilmek mevzusu şu hadisi/hadiseyi çağrıştırıyor.
“…bir Mümin Deccal’i görünce: ‘Ey insanlar Resulullah’ın (asm) söz ettiği Deccal işte budur.’ der… Deccal’in emri üzerine testere ile başı ortasından ayaklarına kadar vücudunu iki ayırırlar. Sonra… (Deccal) bu cesede kalk emrini vermesi üzerine, dirilip ayağa kalkar. Tekrar Deccal, ona sorar: ‘Peki şimdi bana inanıyor musun?’ deyince o Mümin, ‘Bu öldürme ve diriltme işi senin yalancı olduğuna dair olan inancımı, daha da artırdı.’ cevabını verir.”
İşte bu hadiste işaret olunan Mümin gibi ancak hakiki manada bilen; Bir’i bilen kimse, bugünün öldürme, diriltme ve yaratma gösterilerine karşı durabilir. Esbabın kavileştiği o gün, ölüm dahi ortadan kaldırılmış olsa bile sonsuzluğu görüp selâmete u’ruc edebilir.
Oğuzhan Erdinç
- Nurettin Topçu, Var Olmak